Analizler

09.12.2021                 


                                                                                     Uluslararası Barışı Tehdit Eden Zıtlaşma ve ABD

 

3 Ocak 2020 tarihinde ''uluslararası barış'' kavramının aslında ne denli hassas dengeler üzerinde durduğunu görülmüş oldu. 3 Ocak 2020 tarihinde Amerika Birleşik Devletleri, İran-İslam Cumhuriyeti'nin üst düzey görevli komutanı ve yine İran'a bağlı Kudüs Gücü Komutanı, "Gölge Komutan" takma adlı Kasım Süleymani'yi ve yanında Irak Haşdi Şabi Ordusu Komutanı Ebu Mehdi el Mühendis'i Irak'ta Bağdat Havaalanına yapmış olduğu füze saldırısı sonucunda öldürmüştü. Özellikle Ortadoğu coğrafyasında çok aktif olan bu iki ismin ölümlerinin üzerine baş sorumlu olarak görülen ABD'ye yönelik İran-İslam Cumhuriyeti'nden intikam ve misilleme konusunda tehditler gelmeye başlamıştı. ABD ve İran arasında yaşanan bu olay, ilişkileri hiç iyi olmayan ve uluslararası birçok konuda karşı karşıya gelen bu iki devlet ve müttefikleri arasında krize neden oldu.

ABD ile İran arasındaki ilişkiler yakın geçmişte de krizli bir seyir izlemiştir. 1979 yılında İran Şahı Rıza Pehlevi'nin İran'da meydana gelen ayaklanma sonucunda ülkeden kaçıp ABD'ye sığınması, 4 Kasım 1979 yılında ''Rehine Krizi'' olarak da bilinen ABD Büyükelçiliği baskını sonucunda 52 ABD'li görevlinin 444 gün boyunca rehin tutulması gibi olaylar bunlardan sadece birkaçıdır. Bu krizler ülkeler arasındaki ilişkileri de günümüze kadar uzayan bir diplomatik soğukluğa sebebiyet vermiştir. İran'ın nükleer faaliyetleri sebep gösterilerek ABD ve çoğu Avrupa ülkesinin İran'a ambargo uygulaması da ilişkilerin önündeki engelleri kalıcı kılmaktadır.

Bu kadar krizin üzerine bir de bu olayın yaşanması üzerine İran, olayın gerçekleştiği günün sonrasında Irak'taki ABD üslerini uzun menzilli balistik füzelerle vurdu. İran resmi kaynakları 80 ABD askerinin öldüğünü açıklasa da ABD tarafından ölü olmadığı açıklandı. Bunun üzerine karşılıklı tehdit ve söylemler yapıldı. BM kurallarına göre; ''Bir devletin ortada kuvvet kullanımını haklı kılacak herhangi bir neden yokken, öne sürdüğü taleplerin yerine getirilmemesi halinde, başka bir devlete karşı açıkça ya da zımnen kuvvet kullanacağını ifade etmesi  hukuka aykırı bir kuvvet kullanma tehdidi niteliğindedir.''(Özer, 2010, s.37). Bu kuvvet kullanma tehditleri de açık bir şekilde uluslararası barışı tehdit ederken BM'nin daimi 5 üyesinden birisi olan ve BM kurallarına uyması en çok uyması beklenilen devletlerden biri olan ABD'nin bunu yapması ve karşılığında da İran'ın bunu yapması hem Ortadoğu coğrafyasında, hem de dünya genelinde uluslararası barışın ne kadar ince çizgiler üzerinde ve belli başlı devletlerin çıkarları doğrultusunda kullanıldığını göstermiştir.

 Fakat ABD ve İngiltere bunu bize daha önce de Afganistan operasyonunda hem uluslararası barışı tehdit ederek hem de insan haklarını çiğneyerek göstermişti. ''ABD operasyonlarında yapılan yoğun hava bombardımanı ve tahrip gücü yüksek silahlar yüzünden pek çok sivil hayatını kaybetmiştir. ABD ve İngiltere, Afganistan müdahalesinde seyreltilmiş uranyum içeren silahlar kullanılmadığını öne sürerken, Afgan siviller üzerinde yapılan testlerde rekor düzeyde uranyum oranına rastlanmıştır. Afganistan'da esir alınan binlerce kişinin uğradığı işkence ve birçok esirin ağır şekilde dövüldükten sonra kaybolduklarına dair bilgiler ortaya çıkmıştır. ABD; Taliban tutuklularının Cenevre Sözleşmesi'nin gerektirdiği savaş esiri haklarından yararlanamayacaklarını, El Kaide üyelerine ise sözleşme kriterlerinin hiç uygulanamayacağını ifade etmiştir. Esirlerin pek çoğu işkence gördükten bir süre sonra suçsuzlukları anlaşılarak serbest bırakılmışlardır.''(Özer, 2010, s.162).

 Örneklerimizi ABD'nin İran tarafından vurulan üslerinin bulunduğu yerden yani Irak'taki operasyonlarından ve birçok devletin ''uluslararası barış'' kavramını kendi istedikleri doğrultuda esnetip hatta bazen de hiç önemsemeden kullandıklarını görebiliyoruz. Aslında uluslararası barışın elinde güç olmayan veya yeteri kadar gücü olmayan devletlerin ve halkların kendilerini güçlü(!) olan devletlerden korumak adına ortaya attığı ve sürekli dillendirdiği bir savunma ve çaresizlik kavramı olarak da görebilir. Uluslararası barışın koruyucularının aslında uluslararası barışın en büyük tehditleri olduğunu görmek de pek zor olmamalıdır. Uluslararası barışın daimi olabilmesi için bir yerlerden başlamak gerekmektedir. Bunu da günümüzde süper güç olarak adlandırılan devletlerin ekonomik yarışın ötesine koydukları silahlanma yarışına artık bir son vererek başlamaları isabetli olacaktır.   

​​                                                                                                                                                                                                                     Muhammet Mehti Baydemir

                                                                                                                                                                                                                       Kamu Yönetimi Bölümü

Bu makalede belirtilen görüşler ve bilgiler yazar(lar) a aittir ve mutlaka İstanbul Aydın Üniversitesi Tevekkül Karman Global Barış ve Demokrasi Merkezi'nin görüşünü yansıtmamaktadır.


01.12.2021

İran-ABD İlişkileri, Müzakere veya Statüko

İran Devrimi'nin başlangıcında ABD zıtlığı İran halkı ve devleti nezdinde yaygın değildi bilakis iç sorunların çözümüne öncelik tanınmıştı. Tabi ki devrimi gerçekleştiren gruplar arasında  ( İslamcılar , solcular , milli cephe ) anti-emperyalist düşünce çoktan yer etmişti. ABD ve İsrail zıtlığı ya da bütünüyle İran'ın Batı düşmanlığı 1979'da ABD Tahran büyükelçiliğinin bir grup İslamcı üniversite öğrencisinin  (İmamın çizgisini takip eden öğrenciler) tasarrufundan sonra başladı ve İran'ın şimdiki dış politikasının temelini oluşturdu. Bu dış politikanın esası ABD ile hiçbir iyi ilişkiye izin vermemektedir. İran anayasasına göre ülkenin dış politikasını dini lider Ayetullah Ali Khamenei belirliyor. Dini liderin görüşüne göre İran ABD ile ne savaşmalı ne de iyi ilişki içinde olmalıdır. Diğer taraftan asıl soru şu ki İran-İslam Cumhuriyeti nereye kadar bu dış politika ile varlığını sürdürebilecektir?

İran ve ABD devrimden sonra bazı hususlarda birlikte yol almışlardır. Mesela Taliban meselesi ve ondan daha da önemlisi 2015 İran Nükleer  Antlaşması (JCPOA). Nükleer Antlaşmadan önce bazı gruplar, hem İran'da hem de ABD'de müzakerelerin sonuç vermeyeceğini ve Ayetullah Khamenei'nin bunun önünde büyük bir engel olacağını sık sık dile getirmişlerdi ama dramatik bir şekilde yanıldılar ve antlaşma gerçekleşti. Şu da göz önünde bulundurulmalıdır ki  daha sonra Trump yönetimi, tek taraflı antlaşmayı feshetti ve bu olay İran'daki ABD ile müzakere yanlısı reformist (Eslahtalab) hareketin elini Ayetullah Khamenei ve radikal (Osolgera) hareketin önünde zayıflattı. ABD Ayetullah Khamenei tarafından hala güvenilmez bir düşman ülke olarak değerlendirilmektedir. Ama İran yöneticileri de uzun yıllardır ambargonun ülke ekonomisine nasıl zarar verdiğini görmektedirler. Ambargolar kısa vadede hedefine ulaşamaz ama uzun vadede istenilen hasarı bırakabilir. Şimdiki dünyada serbest piyasaya erişim önemli bir gerekliliktir. Bu da sadece İran'ın ABD ile problemlerini listelemesinden geçer. İran-İslam Cumhuriyeti, belki de hiçbir zaman ABD ile iyi bir diplomatik ilişki içinde olmayabilir ama eğer problemlerini listelerse bu problemlerden muhakkak bir veya birden çoğunu çözebilir ve ilişkisini Fransalıların da dediği gibi detante (yumuşatma) şekline getirebilir.

İran'ın müzakereden başka bir seçeneğinin olmadığı söylenebilir. Müzakere hem İran'ın hem de batının menfaatine gelecektir. Şu an İran diplomasiye sert güçten daha az değer verirken bölgede batının menfaatlerini tehdit eden birçok vekil güçleri bulunduruyor. Bu güçler bulundukları stratejik bölgelerde hem savaş meydanında hem de siyasi arenada faaliyet göstermektedirler. Bir diğer deyişle İran vekil güçleriyle caydırıcılığını artırmak istemektedir. Yani tiyatro sahnesinde yalnız kalmak istemediği gibi diğer aktörleri de sahnede görmek istemektedir. Bu yöntem belli bir yere kadar etkili olabilir. Sadece Sovyet Birliği örneğine bakılması yeterli olacaktır. Sovyet Birliği'nin caydırıcı gücü İran'dan kat kat daha fazlaydı ama hazin sondan kaçamadı.

Bölgede ve dünyada barışı korumak için tarafların sorumlu davranmaları gerekmektedir. Ne ABD tek taraflı antlaşmaları feshetmeli ne de İran sert güce gereğinden fazla güvenmelidir. Gerçeği iki ülkede de yeni yönetimler iş başı yaptıktan sonra müzakere ile ilgili atılmış somut bir adım yoktur ama iki ülke de iyi bilmektedir ki müzakereden başka çözüm yolu da kalmamıştır. İran ve ABD birbiriyle olan sorunlarını sonsuza dek geleceğe erteleyemez. Son olarak da şunu belirtmeliyim ki etkin müzakere etmek ile müzakere için müzakere etmek arasında önemli bir fark vardır. Etkin müzakere problemi çözümüne odaklanmaktadır yani burada kazan kazan mantığı öne çıkmaktadır diğerinde ise zaman kazanma çabası ön plandadır ki bizlere Kuzey Kore'nin nükleer müzakerelerini anımsatır.

                                                                                                                                                                                                                                Parsa Alizadeh Osalou

                                                                                                                                                                                                           Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü

Bu makalede belirtilen görüşler ve bilgiler yazar(lar) a aittir ve mutlaka İstanbul Aydın Üniversitesi Tevekkül Karman Global Barış ve Demokrasi Merkezi'nin görüşünü yansıtmamaktadır.


     

                            Siber Alanın Güvenlik Alanına Dahil Olması ve Siber Güvenlik

Güvende hissetme ihtiyacı içerisinde olan insan, toplum ve devlet gibi yapılar, tehditlerin ortaya çıkış durumlarına göre çeşitli önlem ve mekanizmalar geliştirmiş, güvende olma durumunu sağlama adına birçok adım atmıştır. Fakat zamanın sürekli olarak yeni meydan okumalar ve değişimleri de beraberinde getiren yapısı, tehditleri daha da çeşitlendirmiş, güvenliği sürekli olarak güncellenmesi ve yeniden ele alınması gereken bir fenomen haline getirmiştir. Kısacası siyaset, toplum, kültür ve teknolojideki değişimleri statik bir güvenlik okumasıyla değerlendirmek; dinamik bir seyir gösteren zamanı ve onun getirdikleri yenilikleri, değişimleri ve dolayısıyla oluşabilecek fırsat ve tehditleri anlamak için yeterli olmamaktadır. Buradan yola çıkarak, 1990'lı yıllardan başlayarak 2000'li yıllarda da hızını arttıran bilgi iletişim teknolojilerindeki gelişim, dünya geneline yayılmış; birçok özel ve kamu hizmetinin elektronik ortamda verilebilir hale gelmesini sağlamıştır. Şüphesiz hayatı kolaylaştıran bu yeni ortam; diğer taraftan da çeşitli tehditleri beraberinde getirmiştir ki bu noktada siber güvenlik meselesinin de artık güvenlik okumalarında dikkat edilmesi gereken bir parametreye evirilmesine şahit olunmuştur.

Bilgi iletişim sistemlerinin 20. yüzyılın sonlarındaki gelişiminde internet en önemli rolü üstlenmiştir. Günümüzde dünya nüfusunun büyük bir çoğunluğu internet kullanmaktadır. Dünya nüfusu 2018 yılı itibariyle 7 milyar 593 milyon iken, 2018 yılı itibariyle internet kullanan insan sayısı 4 milyar 21 milyon olarak belirlenmiştir (Wearesocial Special Report, 2018). İnternetin ortaya çıkışındaki ilk hedef bilgi paylaşmak olmuşsa da yaratılan yeni altyapı sistemleriyle birbirlerine entegre hale getirilen bilişim sistemleri, küreselleşmenin de etkisiyle ekonomiden siyasete, kültürden güvenliğe kadar birçok alanda etkileşim yaratılmasını sağlamıştır. Bilgi iletişim sistemleri ve internetin bu denli yaygınlaşacağı, insanların sisteme müdahale ederek çeşitli güvenlik ihlalleri ve tehditleri meydana getirebilecekleri öngörülemediğinden; siber alanın güvenlik tarafı önceleri yeterince idrak edilememiş ve geri planda kalmıştır.  

Güvenliğin yeni boyutuyla ele aldığımızda, siber tehlike sadece devlete yönelik değil, birey ve şirketlere yönelik de gerçekleşmektedir. Çünkü kişisel, kurumsal ve kamusal hayat dijitalleşerek online bir seviyeye ulaştırılmıştır. Öyle ki bilgi sistemlerine entegre hale gelmiş olan 21. yy insanı, iletişim kanallarını hemen hemen maliyetsiz, daha hızlı, özgür ve mekandan bağımsız olarak gerçekleştirirken diğer taraftan da sistem üzerinden yapılan-yapılabilecek tehditlere de açık hale gelmektedir. Siber ataklarla, bilgi iletişim kanallarındaki bilgilerin ele geçirilmesi, bu bilgilerle kişinin ekonomik ve sosyal açıdan zarara uğratılması mümkün ve nispeten kolay olmaktadır. Diğer taraftan şirketler ekonomik olarak büyük zararlara uğratılabilmektedir. Özellikle gelişmiş ülkelerde özel sektör, banka hizmetleri, çeşitli devlet hizmetleri, büyük şirketler ve bankalar siber tehditlerin ana hedefi olmaktadırlar. Bu sistemlere yapılan siber saldırılar ile milyon dolarlarca zarara sebep olunabilmektedir. Ayrıca sistem açıklarından faydalanan siber saldırganlar, arkalarında çok da bir iz bırakmadan, az bir riskle bu faaliyetlere girişebilmektedirler.

Devletler özelinde de siber saldırılar oldukça yıpratıcı ve geri dönülemez zararlara sebebiyet verebilmektedir. Bir ülkenin kritik altyapılarına yapılacak saldırılar, o ülkede yaşamı oldukça zora sokabilmekte, hükümetlere yönelik siyasi sonuçlara bile yol açabilmektedir. Elektrik üretim ve dağıtım sistemleri, petrol ve gaz sistemleri ile fabrikalar, telekomünikasyon altyapıları, barajlar, e-devlet sistemi, ulusal savunma sistemleri ve yine ulusal finans sistemleri teknoloji ve bilgi sistemleriyle bütünleşmiş bir durumda bulunduklarından, bu gibi kritik altyapılara yapılacak saldırıların sonuçları can ve mal kayıplarına yol açabilecek bir hal alabilmektedir. Bu tarz sızmalarla şüphesiz bir devletin savunma planları, silah yazılımları ve envanterleri kolaylıkla ele geçirilebilmektedir Yine devlet arşivlerinden de çeşitli sızmalar elde edilerek, bunların güvenliği tehdit edebilecek şekilde kullanılmasının önünde bir engel kalmamaktadır.  

Siber tehditlerin bir diğer yönü de, bu tehditlerin devletlerin yanında devlet dışı aktörler tarafından da gerçekleştiriliyor olmasıdır. Yani, geleneksel güvenlik yaklaşımının yetersiz olduğu bu noktada da ortaya çıkmaktadır. Çünkü 21.yüzyılda devletler, bilgi teknolojilerini ele geçiren ve burada hâkim olan tek aktör değildir; kişiler, şirketler de bu alanda yeterli bilgi ve donanıma sahip olabilmektedirler. Keza siber tehditlerin birçoğu devletten devlete değil, devlet dışı aktörlerden devletlere yönelik olmaktadırlar. Burada amaçlar ise çeşitlenmektedir; hackerler ve hacker grupları ekonomik, siyasi nedenlerle, protesto amaçlı gruplar seslerini duyurmak amacıyla, suç örgütleri haksız ve kolay kazanç elde etme gibi amaçlarla siber alanda faaliyet gösterebilmektedirler. Bireyler, şirketler, hacker grupları gibi devlet dışı aktörler, devletlere nazaran siber alanı daha önce keşfetmişlerdir. Devletlerin nispeten bu alana dikkat göstermelerinin gecikmesinin altındaki temel düşünce; burayı güvenlik sorunları çıkarabilecek bir alan olarak görmemelerinden kaynaklanmaktadır. Bu bilgi ışığında, devletlerin alandaki ilk adımlarının siber saldırıların yıpratıcı etkileri görüldükten sonra gerçekleşmesi anlaşılır olmaktadır.

1982 yılında Sibirya'da meydana gelen devasa patlamanın, doğalgaz boru hatlarına yapılan siber saldırılar neticesinde meydana geldiği daha sonra anlaşılmıştır. Olayın perde arkasında; Sovyetlerin ABD'nin ambargolarını aşmak adına Kanada'da bir şirketin boru hatları sistemlerini ele geçirmesi vardır. Sistemi bütünüyle ele geçirdiğini düşünen Rusya, ABD'nin (CIA) bu girişimi fark ettiğini tespit edememiştir. ''Logic Bomb'' adlı bir nevi saatli bomba özelliği gösteren bir çip kullanan ABD'nin, bunu Rusya'nın ele geçirdiği yazılımlara yerleştirdiği iddia edilmiştir. Neticede ortaya çıkan patlama, bu güne kadar uzaydan görülen en büyük patlama olarak tarihe geçmiştir. Bu olaya misilleme olarak kabul edilebilecek bir diğer olay ise Ay Işığı Labirenti olayıdır. Burada da ABD'nin kritik altyapılarına yönelik gerçekleştirilen siber ataklarla, ABD'nin son derece gizli olarak yürüttüğü birçok araştırma-geliştirme projeleri ele geçirilmiştir. Olayın arkasında Rusya'nın olduğu, ABD tarafından gerçekleştirilen teknik takipler neticesinde ortaya çıkmıştır. Söz konusu teknik takip ve siber istihbarat toplama işlemlerini gerçekleştiren Pentagon ve FBI'ya göre Rusya Federasyonu'nun yönlendirmesiyle gerçekleştirilen bu operasyonda Savunma Bakanlığı, Enerji Bakanlığı, NASA, savunma sanayi ve savunma sanayisiyle çalışan üniversiteler dahi hedef alınmıştır. Bunların dışında Kosova Krizi döneminde NATO'ya gerçekleştirilen saldırılar, 2007 yılında Estonya'ya yapılan siber saldırılar, Gürcistan'a gerçekleştirilen siber saldırılar, Wikileaks adı verilen siber saldırılar vs. dikkate alındığında devletlerin bu alanı güven altına alma girişimlerine başvurmaları gerektiğini ortaya koymuştur.

Sonuç olarak gerek AB ülkeleri, gerek BM ve NATO öncülüğünde siber alanı düzenleyecek, siber tehditlere önlem alacak mekanizmalar ve işbirlikleri oluşturma adımları atılmıştır. Böylece güvenlik okumalarına yeni bir parametre olarak siber alan, devletlerce yeni hâkimiyet kurma alanı olarak ortaya çıkmıştır.

                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                         Arş.Gör. ONUR YILMAZ

                                                                                                                                                                         Global Barış ve Demokrasi Araştırma Merkezi Müdür Yardımcısı

Bu makalede belirtilen görüşler ve bilgiler yazar(lar) a aittir ve mutlaka İstanbul Aydın Üniversitesi Tevekkül Karman Global Barış ve Demokrasi Merkezi'nin görüşünü yansıtmamaktadır.

                                                                                                                                                                                                                                                             


16.03.2021

Ermenistan'daki Muhtıra Krizi Ve Bölgesel Güvenliğe Olası Etkileri   

25 Şubat 2021 tarihinde Ermenistan siyasetinde beklenen bir gelişme yaşandı, Ermenistan Genelkurmay Başkanı Onik Gasparyan ve üst düzey komutanlar İkinci Karabağ Savaşı'nın kaybedilmesinden ve ülkenin mevcut durumundan sorumlu gördükleri Başbakan Nikol Paşinyan'ı istifaya çağıran bir bildiri yayımladı. "Post-modern darbe" ya da muhtıra olarak da değerlendirilen bu gelişmeyi hazırlayan koşulları Paşinyan'ın iktidarından itibaren çözülemeyen sosyo-ekonomik sorunların bir uzantısı olarak görmek mümkündür.

Devlet Başkanı Serj Sarkisyan, Mart 2018'de 10 yıl daha iktidarda kalmak için anayasayı değiştirmek istemiştir. Muhalefetin etkili liderlerinden eski gazeteci ve siyasal mahkum Nikol Paşinyan'ın liderliğindeki "Benim Adımım" ittifakı seçimleri yaklaşık % 70 oy oranıyla kazanmış, 8 Mayıs 2018 tarihinde Rusya'nın desteklediği iddia edilen eski GAZPROM çalışanı Karen Karapetyan'a girdiği seçim yarışında Başbakan seçilmiştir. Ermenistan'daki iktidar değişimi beraberinde "Güney Kafkasya'da Yeni Maidan" tartışmalarını beraberinde getirmiş, söz konusu gelişme "kadife devrim"in örneklerinden biri olarak değerlendirmiştir.

Paşinyan iktidara geldikten sonra sivil siyaset, ekonominin iyileştirilmesi ve yoksullukla mücadele gibi sorunlara öncelik vereceğini vurgulamıştır. İlk bakışta bu durum dış politikanın ikinci planda kalacağı şeklinde yorumlanmıştır. İktidarının ilk yıllarında yaşanan göreli ekonomik iyileşme COVID-19 salgınından sonra gerilemiş, Paşinyan'ın sosyo-ekonomik temelli politikaları özellikle Karabağ Grubu olarak bilinen ve Rusya ile ilişkileri iyi olan Ermenistan güvenlik bürokrasisi tarafından eleştirilmeye başlamıştır. Paşinyan'ın gerek iç politik sorunları aşmak için dış politikada kriz yaratarak halkın desteğini arkasında hissetmek (rally under the flag) gerek de etkisini hala sürdüren milliyetçilerin desteğini almak amacıyla Karabağ Sorunu'nu tırmandırdığı iddia edilmektedir. Bu süreçte COVID-19 salgını devam ederken 31 Mart 2020 tarihinde Karabağ'daki de facto Ermeni yönetimi seçim kararı almış, söz konusu yönetimin başında yer alan Arayik Harutyunyan işgal altındaki Karabağ ile Ermenistan'ı birleştirecek olan üçüncü yolun yapımına başladığını ilan etmiştir. 

Söz konusu gelişmelerden sonra İkinci Karabağ Savaşı'nın ilk yarısı 12 Temmuz 2020'de uluslararası kamuoyunun çoğunluğunun desteklediği üzere Ermenistan'ın krizi tırmandırmasıyla başlamıştır. Bu saldırıdan iki gün önce Ermenistan Ulusal Güvenlik Stratejisi yenilenmiş, Ermenistan "barış için toprak" formülünden "yeni topraklar için yeni savaş" formülüne geçmiştir. Savaş'ın ilk yarısında Rusya sorunun başlangıcında göreli olarak dengeli ve diplomatik bir politika yürütmüş, başka bir ifadeyle "bekle-gör" yaklaşımını benimsemiştir. 27 Eylül'de başlayan ve 10 Kasım 2020 ateşkesine kadar süren "44 Gün Savaşı" Ermenistan siyasetinde önemli gelişmeleri beraberinde getirmiştir. Savaş'ın Ermenistan'ın yenilgisi ve işgal altındaki yedi Azerbaycan rayonunun (idari birim, bölge) kaybedilmesiyle Paşinyan iktidarı sorgulanmaya başlamıştır. Muhalefetin Paşinyan'ın istifa etmesine ve erken seçim yapılmasına dair talebi ve Paşinyan karşıtı gösterilerin artması 25 Şubat'a giden süreci hızlandırmıştır. Savaştan sonra muhalefet Paşinyan'ı, Paşinyan da Rusya'dan alınan ama etkinliği sorgulanan İskender füzeleri üzerinden kendi iktidarı öncesinde yürütülen dış politikayı eleştirmiş, söz konusu eleştiriden bir gün sonra Ermenistan Genelkurmay Başkanı Onik Gasparyan ve üst rütbeli subaylar Paşinyan'ı istifaya davet eden bir bildiri yayımlamışlardır. Paşinyan da bunun üzerine Genelkurmay Başkanı Gasparyan'ı görevden almak istemiş ancak Cumhurbaşkanı Armen Sarkisyan Gasparyan'ın görevden alınmasını iki kere reddetmiştir.

Yukarıdaki gelişmelerden anlaşılacağı üzere İkinci Karabağ Savaşı Ermenistan siyasetinde Batıcılarla Rusya yanlısı Karabağ Grubu arasındaki politik duruş farklılıkları daha da derinleşmiştir. Paşinyan'a yönelik tepkiler artmış olsa da kamuoyu yoklamalarına göre Paşinyan'a verilen destek % 40'a yakın seyretmektedir. Şüphesiz Karabağ Savaşı'ndaki yenilgiye rağmen kamuoyu desteğinin kayda değer bir oranda olup, muhalefetin ortak Başbakan adayı Vazgen Manukyan'dan daha fazla destek görmesi Ermenistan halkının, Paşinyan'ın alternatif dış politika yönelimlerini kısmen onayladığını göstermektedir. Bu çerçevede Ermenistan siyasetinin şüphesiz Karabağ Savaşı'ndaki yenilginin etkisiyle şekilleneceği beklenebilir. Fakat Karabağ Savaşı'nın dışındaki iç politik gelişmeler, iktidarın anti demokratik yöntemlerle baskı altına alınması, olası erken seçimde Paşinyan'ın seçim zaferiyle neticelenmesi de olasıdır. Bunun dışında Paşinyan'ın olası seçim öncesi milliyetçilerin desteğini almak için Karabağ Sorunu'nu yeniden tırmandırması beklenebilir. Zira Ermenistan'ın Laçın koridoruna gizlice asker yığdığına dair haberlerin ve 16-20 Mart 2021 tarihleri arasında Ermenistan Savunma Bakanlığı'nın 7500 askerle yapacağı tatbikatın bu iddiayı kuvvetlendirdiği düşünülmektedir.                

                                                                                                                                                                                                      Dr. Öğretim Üyesi Murat JANE

Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü & GLOBDEM Müdürü



Bu makalede belirtilen görüşler ve bilgiler yazar(lar) a aittir ve mutlaka İstanbul Aydın Üniversitesi Tevekkül Karman Global Barış ve Demokrasi Merkezi'nin görüşünü yansıtmamaktadır.

güncelleme: 9.12.2021 16:36